YANILSAMA

YANILSAMA

20 Mayıs 2010 Perşembe

13 Mayıs 2010 Perşembe

...



Bağladık attık ucumuzu denize
En kötü günler gelmişse diye
Kara kalem bir merdiven
Bir eylemdi hayat – (öyküler biri birine)

Çimento

Tuğla

Kum

Yaşlandık bu üçgen içinde
En güzel günler gelecekse diye
Tutkudandık bir armağan
Bir sırdı yaşamak – (gölgeler biri birine)

YORGUN ATLAR

Kalbimi yorgun atlar taşıyor ülkesiz
Koşup koşup ardında kalıyorum gene de
Oysa bu kentin asfaltı lirik
Kum taşıyor durmadan pencerelere
Sığacak sanki ve bezenecek bu korkuyla
Her gece günden eksilenlerle usulca beslediğin
Giydirdiğin elinden tutup gezdirdiğin
Sonra saçlarını parmaklarınla süzüp uyuttuğun düşlerin
Oysa bu kentin damarları geniş
E eee sen akamıyorsun işte günah kimin
Sevişip bir otel odasında bu masal değil
kurumuş sözler duyup burkulup ayrılıyorsun
boğazına bütün denizlerin
bütün balıkları ve kılçıkları batıp duruyor
boğazın ölüyor oracıkta
oysa kent kimi umursuyor
kim atıyorsa kendini boşluğa
kim ipi dolayıp sarıyorsa boşluğa
kim bennn boşluğum diye haykırıyorsa
gitmelisin derim ah bir abim olmalıydı dersin
bir meydan kavgası gibi bakmalıydı bana
ve o meydanın kızıl bayrağı gibi dalgalanmalıydın
gittikçe daha derinlerde duyarsın bu kokuyu
kumu kazdıkça suyu
suyu taşıdıkça çakılı
çakılı söktükçe ah o gri damarları
geçmişin tozlarını nefeslerini
sana benzeyen iskeletleri
ah o anlaşılmaz mücevherleri
mezarları küçük ve daracık ebedi konukluğu
kat kat ineceksin ta ki
o kutsal olana ulaşıp nefessiz kalıncaya …
oysa bu kentin hayal gücü beş para etmez

kalbim
yorgun atlar
ülke
çok geride

11 Mayıs 2010 Salı

KIYAMET

Uğruna yandığım her neyse ateş değil kül değil kırmızı değil
Yanmışlığım maviymişte gökyüzü değil su değil aşk değil
Hüzne bulanmışım doğu değil felsefe değil tasaavvuf değil

Ucuz şarap tadım
Dünsüz bugünsüz yarınsız kalmışım boşuna değil

DÜŞLER KAYIĞI (DENEME)

DÜŞLER KAYIĞI

OYUNCULAR:

ADAM: 30 Yaşlarında… Geceye eğilimli ve yalnızlığa.
KADIN: Pek bir bilgi yok onun hakkında… Sırf bilinmezlik…
BİR BAŞKA KİŞİ: Yer değiştirme özelliğine sahip bir silue. Belki hiç var olmadı belki de hep vardı…

I. BÖLÜM: Sigara dumanının gittikçe dağılan, keskin ama bir o kadar da kaybolmaya yüz tutmuşluğunun sesi.

EFEKT: Deniz kıyısında bir çay bahçesi.

ADAM: (Kuşkulu) Her şey tükenmiş gibi duruyor. Nefes alıp vermiş olmak da bir yere kadar… Bu duman gibi, yokluğunu kuşanmış bekliyorum. Ama hangi yokluk? Kaç tane var bilinmezlik?

BİR BAŞKA KİŞİ: (Öfkeli) Tekrarlamaktan geçiyorsun. Sonunda tükenişin bir parçası haline geleceksiN. İşte o anda halen kır düşmemişken saçına sakalına, önce ruhun kırlaşacak, tıpkı ellerin titremekten yorgun düşüp umudu yakalamaktan aciz kaldığı o anda...

ADAM: (Nefesini uzun bir solukla dışarı verip) “O an” diye bir şey olmayacak. Senin kurguların, senin tahlillerin ve sen bile canın cehenneme

EFEKT: Derin bir sessizlik… Sadece kıyıya vuran dalgaların gümbürtüsü…

ADAM: Ne anlatmaya ya da neyi tanımlaya çalıştığımın farkında mısın?

BİR BAŞKA KİŞİ: (Gülerek) Sence?

ADAM: Ya da şöyle değiştireyim sorumu… Hiçlik sende ne uyandırıyor?

BİR BAŞKA KİŞİ: (Kibrit sesi. Kısa bir suskunluk) Bilmem, hiç düşünmedim… Varlık o kadar sorguluyorken ruhumu bedenimi… Sanırım ona sıra gelmedi…

ADAM: (Kısık sesle) Ona sıra gelmedi…(Yüksek sesle) Bu işler sırayla mı? Bunun için bir liste mi var! Yolcu otobüslerinde parayı bastırıp bir koltuğa sahip olmak ve orada listelenmek gibi mi? Yolculuğu belirleyenin, yolu takip etmekte olan şoförün bir anlık uyuması ve sonuçta yaralı veya ölü listesinde yer almak gibi mi? Ya da arka koltukta durmadan ağlayan bebeğin ve etraftan gelen homurtuların düşük ve yüksek tondan belirlenip sıralanması gibi mi? İlk kimin kadına dönüp “kadın sustur şu veledini yoksa ben susturacağım” demesi gibi mi? Hepsi bu kadar mı yani?.. Hem de kadın, bebeğini susturmak için dakikalarca uğraştığı halde…




Sanmıyorum. Ve bu sıkıntının dışında olan, en ön ve en arka koltuklarda oturanların bu sıkıntıdan zerre kadar haberi yokken… Ve gecenin içinde ışığı yitiriyorken. Ama ağlama sesleri eşliğinde hayat hâlâ devam ediyorken… O bebek, hiç hatırlamayacağı o yolculukta aslında büyümeye devam ediyorken… Varlık o kadar sorguluyorken ruhumu, bedenimi, bilincimi… Ona sıra gelmedi… Neler diyorum ben! Sanırım şoför uyudu…

BİR BAŞKA KİŞİ: Hayır, şoför uyumadı. Bebek uyudu… Bir şey soracağım…

ADAM: (Şaşırmış) Sen soru sormazsın sanıyordum. Sor bakalım.

BİR BAŞKA KİŞİ: Mola yerinde sigarasını yaktığın kadını hatırlıyor musun?

ADAM: Hatırlıyorum. Üşümüştü elleri; soğuk, buz gibiydi… Neden sordun?

BİR BAŞKA KİŞİ: Hiç, aklıma geldi birden.

ADAM: Ben de ne soracak diye merak etmiştim. İçi boş bir merak çıktı. Senden daha iyi sorular beklerdim. (Yüksek sesle) İki çay daha lütfen!

EFEKT: Boş bardağın içinde dans eden kaşığın sesi… Belki de boşluğun getirdiği çığlığın sesi.

BİR BAŞKA KİŞİ: (Gülerek) Şu tuz kokusunu seviyorum… Sabaha doğru daha keskin bir kokuyla dağılıyor… İçinde açılmış yaralarının üstüne eğilip öpüyor onları… Kimilerini yakıyor, kimilerini ise korumaya alıyor… Ama senin gibilerin işine pek yaramıyordur herhalde… Yaradan çok lekeler kapladığı için her yerini… Sırf görüntüden ibaret kalıyor. Kalıyorsun yani.

ADAM: (Sigarasından derin bir nefes çeker) Ben, dalgaların, kayalara vurduğu anki köpüklenişini seviyorum… Bir anda haykırıp bir anda geri çekilmesi… Ardından başka bir dalganın gelip daha güçlü savrulması, belki de sıçramasını seviyorum… Leke dediğin nedir ki?.. (Dumanı bırakır.) Gökyüzünde, şu maviliğin ortasından duran beyaz lekelerden başka ne olabilir ki?.. Görmüyor musun? Hareket kabiliyeti bile var… Anlayacağın, görüntüden ibaret değilim.

EFEKT: (Çaylar gelir… Şekerler atılır… Bu sefer, dolu bardağın içindeki kaşığın işlevselliğini kazanma coşkusunun sesi.)

BİR BAŞKA KİŞİ: (Kızgın) Hareket; yeteneğini kaybetmiş ve durağanların pek harcı değil. Kendini kandırmaktan yola çıkıp kalıyorsun… Bir trenin yataklı kompartımanında yolcuğunu uyuyarak geçiren bir yolcuya benziyorsun… Nerde geçip giden o dağların, ovaların görüntüsü?.. Kaç tane elektrik direği sayabilirsin ki?.. Hiç birisi yok… Ne sana el sallayan köy çocuklarının gülümseyişi… Ne koyunlarını otlatan çobanın kavalının sesi… Ne istasyonlarda bekleşen ayrılığın ya da kavuşmanın sesi… Uyumaya devam etmekten başka, trenin her salınışında ninniden kurtulamayan, ah zavallı yolcu, sen değil misin?..





ADAM: (Umursamaz) Hayır! Yanılıyorsun. Sadece içinde bir şey olmalı… Anlatamadığım bir şey. Bunların hepsini alıp yerlerine ulaştırması gereken bir şey… Güvenebileceğin, bütün tavır ve davranışlarını emanet ettiğin bir şey… Şu anda denize bakarkenki denize uyanmak gibi bir güzelliğin var olduğunu hatırlatması gereken bir şey… İtici güç.

BİR BAŞKA KİŞİ: (Kahkaha) Şimdi de bu söylediklerin yolunu kaybetmiş, tabelası olmayan bir ülkede yolunu bulmaya çalışmak gibi çıkışı olmayan bir şey. .

ADAM: (Kızgın) Gene söylüyorum… Hep söyleyeceğim… Canın cehenneme!..

BİR BAŞKA KİŞİ: Hayır! Yakında sen gidiyorsun bir gemi yolculuğuna.

ADAM: (Şaşırmış) Ne gemisi. Ne yolculuğu. Ne zaman. Heyyyyyy! Nereye kayboldun?

EFEKT: Dalga sesleri



II:BÖLÜM : Karmaşanın alabildiğine tek başına oynadığı bir oyunun sesi.


EFEKT: Bir Kafeterya… Derin bir sessizlik… Kapı her açıldığında zil sesi…

KADIN: (Hüzünlü) Bildiklerimden ne kadar acı çektim, ne kadar sevinç duydum?.. Ölçüsü yok ama gene de bilmediğim bir şey dolanıyor içimde. Doğurganlığım parçalanmışçasına akıyor genzime. Ayrıntılar… Ne kadar severdim oysa dip okumalarımı. Her seferinde yenilenmiş hissederdim. Şimdi ipinden kurtulmuş bir serseri balon gibi savruluyorum.

BİR BAŞKA KİŞİ: Bunu, geçiş dönemi olarak algılamalısın.

KADIN: (Hüzünlü) Ne kadar süre? Ne için? Neyi beklediğimi bile bilmiyorken... Tanımlayamamak gibi bir korkuyla uyanıp pencereden bakmaya bile ürküyorken… Ne için, ne adına? Geceye sürünüp inen bir fahişeden ne eksiğim var? Omuz olmak istemek bu kadar kötü mü?

BİR BAŞKA KİŞİ: (Gülümser) Süreyi belirleyen ben değilim. Neyi beklediğini hep bildin. Başkalarının dip notlarını okurken kendininkilerden kaçtın. O yüzden sevdin bunu. Geceye sürünüp inen bir fahişeden bence eksiğin yok… Sorun sadece pratik.

KADIN: Bilmiyorum… Kalbimin uçup gitmesini, ardından da aklımın beni terk etmesini ve bunlara sebep olacak şeyin ne olduğunu bilmediğim sürece… Her şey boşlukta sallanan bir salıncaktan başka bir şey değil… Yerine göre her taraf karanlık ya da her taraf aydınlık… İkisinde de kocaman bir boşluk…

EFEKT: (Kapı açılır, zil sesi.)






BİR BAŞKA KİŞİ: Kalbin asla seni terk etmeyecek.

KADIN: (Meraklı) Bunu nasıl bilebiliyorsun?

BİR BAŞKA KİŞİ: Biliyorum. Kaybetmeye başladığın an kazandığının farkında olmak gibi bir güce sahibim. Bir yolcu otobüsünü süren bir şoför gibi yolunu ezberlemiş. Göçmen kuşlar gibi yolunu doğasından alan biriyim.

KADIN: Ben de severim yolculuğu. Ama şoförün uykuya dalma endişesinden gördüğüm görüntüleri birbirine karıştıran biriyim… En ön koltuklarda ve hep pencere kenarını seçerim. Hem önümde süzülüp giden hem yanımdan geçip giden görüntülerle sarmaş dolaş yolculuk etmeyi severim... Kısa aralıklarla da şoförü takip eden, ama hiç uyuyamayan biriyim. Arka koltukların birinden gelen bir bebeğin ağlama sesi bende ninni etkisi yaratmış olsa bile, gözyaşlarından dolan yüzünü bir düş kayığına benzetmiş olmak bile uyumama yeterli olamıyor… Sanırım uyudu bebek; bak, ben ise hâlâ uyanık.
EFEKT: (Kapı açılır, zil sesi.)

KADIN: Bakar mısınız? İki çay lütfen.

BİR BAŞKA KİŞİ: (Gülerek) Evet, bebek uyudu… Büyümeye devam ediyor hâlâ… Sonsuzluk rüyaları görüyor şimdi… Annesi de gözlerini kapattı… İkisi de akıp giden yolun üstünde düşlerle bir… Sana bir şey sorabilir miyim?

KADIN: Sen soru sormazsın sanıyordum. Sor bakalım.

BİR BAŞKA KİŞİ: Sigaranı yakmak için ateş aldığın adamı hatırlıyor musun?

KADIN: (Hüzünlü) Hatırlıyorum. Ama kimseye dikkatli bakmıyorum ki ben… Fark etme olasılığım düşüktür benim… Sanırım duygudaşlık yeteneğimi de kaybettim. Ama elleri üşümüştü; soğuk, buz gibi. Neden sordun?

BİR BAŞKA KİŞİ: Hiç, aklıma geldi birden.

KADIN: ( Şaşırmış) Seni okuyamıyorum… Terk ettiğim kentlerin yüzlerine benziyor yüzün. Terk ettiğim ilişkilerin ellerine benziyor ellerin. Ama gözlerin hem bir o kadar derin hem bir o kadar boş.

BİR BAŞKA KİŞİ: Okuman gereken ben değilim.

EFEKT: Çay bardaklarının içinde kaşığın dans edişi

BİR BAŞKA KİŞİ: Tren yolculuklarında yataklı bölümü seçmemiş olman ilginç.








KADIN: Tren yolculuklarında daha rahatım ve uyuyarak geçirmek istemiyorum. Bir anda karşıma çıkan dağları, ovaları seviyorum. Çocukların el sallayışlarına karşılık vermeyi seviyorum. Koyunlarını otlatan çobanın kavalının sesini duyumsayabiliyorum. Birçok görüntüyü kaçıracak bir hayat yaşamıyorum çünkü. Hepsi bana lazım.

BİR BAŞKA KİŞİ: Desem ki seni bir gemi yolculuğu bekliyor yakında… Hiç bilmediğim bir tat değil mi?

KADIN: Evet. Hiç gemi yolculuğuna çıkmadım… Nasıl biliyorsun bunu bilmiyorum, ama hoşuma gitti… Tuz kokusunu duydum birden; içimdeki bilinmezliğe merhem oldu sanki bazı şeyleri de korumaya aldı…

BİR BAŞKA KİŞİ: (Gülerek) Tuz kokusu aslında ne kadar günahsız bir şey… Oysa içinde merhem olmaya hazır birçok şey varken. Tesadüflerin ya da hayatın garip karşılaşmalarına gereksinimin var.

KADIN: (Korkmuş) Bunları unuttuğumu sanıyordum. Garip geldi birden hepsi. Biliyor musun, ismini söylemeye korkuyorum. Seni tanımlaya çalışmaktan kaçıyorum…

Ruhumu ele veriyorum sanki senin karşında
Sözcüklerimi biriktiriyorsun sanki
Sonra dağıtıyorsun dört bir yana
Kayalara vuran bir dalganın yarattığı köpüklerinin içine saçıyorsun… Sıçratıyorsun sanki…

(Kapı açılır, zil sesi.) Heyyyy…. Nerdesin!!!!! Nereye kayboldun!!!!!

EFEKT: Artık ses yok… Hayat devam ediyor hâlâ… Belki zamanın tik-takları duyuluyor… Belki de yakında kalkacak olan geminin sireni… Ama şimdilik her şey uykuda. Otobüs bildiği yolda devam etmekte. Adam… Bebek ve Annesi… Kadın da şimdi uykuya daldı… Bir başka kişi ise… Kimse onu bir daha görmedi. Şoförse… O yolculuğunda gözünü bile kırpmadı…

M. Murat Küçükaydın… 26.03.2008

5 Mayıs 2010 Çarşamba

RÜYAKABUSBALAD

Sen
ben
kınından çıkan gece
gitmek mi? kalmak mı?
birde çikolatalı dondurma

sahne tüm ihtişamıyla
seyirciler tıklım tıklım
peygamerler localarında
cehennemden gelmiş birkaç dekor
güzel elbiseler
yığın yığın cesetler üzerinde,
Ah!İşte!Tanrıda geldi.
İşte şeytan!!

Işık

kum saati akıyor,
oyun başladı.

demiri döven bir demirci,
alnında kan,
küçük kız çocuğu
yıldızlara basarak geliyor yanına ,
saçları alev
avuçlarında tuz,
demircinin alnından silip kanı
tuzla besliyor dudaklarını.

Işık

Sen
—unutkan bir kelebeğin uzun sürmüş rüyası-

(göğüslerin açıkta boynundan tutturulmuş bir elbise
beyaz ve ayaklarının altındaki kar
küçük kız eğilerek çekilir sahneden
seyirciden korkunç bir uğultu kopar mahşerin
dört atlısı geçer yalayıp saçlarını nallarının ışıltıları)

—Susun ve dinleyin Ey Araf Halkı!

Konuşmak itiraftır,
söz bağışlayıcı
nehirlerde durmadan yıkanmaktayız
var olduğumuzdan beri.

(Tanrıyı göstererek)

ulu çınar gölgesi tanık

(bu sırada melekler el ele)

Aşk esirgeyen midir dostlar?


(birden yer sarsılır cesetler kıpırdanır.)

Ama uğrunda yanan yürekler nicedir ağlaşır.

(büyük alkış tufanı)

Ah zavallı kalbim!

sevdiğimi arar dururum yıllardır
beklerim onu.
Yeni yollar keşfetmesini;
ah! nasıldır şimdi acıları
gitmenin ve kalmanın sancıları
onu son gördüğümde yüzü silinmiş
elleri iskeletti sevdiğimin,
yanan kibrit çöpünden kısaydı nefesi
Ah benim bir tanem!


(der ve usulca çekilir sahneden ışıklar söner.
Demirci demirini döver. Ruhlar uğuldar.)

Işık

ben

—kalbinde ejderhalar yuvalanmış bir kelebeğin kâbusu-


Ey bana can veren Tanrım!

Suya yansımayan yüzüm
ılık sabah kaderi

(o sırada ortalık karışır.Zebaniler dolaşır sahnede dans ederek,
boynumda siyah bir atkı ve çıplak bir gömlek)

kimse bana nasılsın demesin
iyiyim demek yoruyor beni
şu kahreden karanlık
gözlerimdeki ışıltıdan büyük
sesimi yankılar bile duymuyor
ve dağların gümbürtüsünde
yitip gidiyor çığlıklarım,
kalmak mı
gitmek mi
Ah! ben nasıl düşürdüm yolları cebimden
eskiden özgür olan ben
prangaya vurulmuş bir suçlu gibi
neden bu kadar çaresiz ve bağlı şimdi.


(bir melek lirin tellerine hafifçe dokunarak dağıtır havayı)

Ah! Evet duyuyorum onun sesini
beni çağırıyor bulutların ardından
gözyaşları halka olmuş dudaklarımda
Evet evet görüyorum.
Kuşanmış gündüzün kuşağını

Ey Araf Halkı!
Tutun ellerimden


(Seyirciler birbirine bakar zebanilerin dansı yavaşlar)

götürsün sesimi sevdiğime
bir çanağın içinde
karanfil koksun tadı
dudaklarına değince

(Ortalık gene karışır bir kurt sürüsü dalar içeriye)

Ah! gene onlar
uykularımın peşinden koşan hayvanlar
o iğrenç dayanılmaz nefesleri
bırakmıyorlar peşimi.

(sırtını dönüp uzaklaşır ordan ışıklar söner.
Demirci demirini döver. Ruhlar uğuldar)


Işık

Epizot 1- İki oyuncu kelebeğin şakası-


Susun ve dinleyin Ey Araf Halkı!
Benim adım çikolatalı dondurma
yurdum ise bu garip külah
sözüm kısadır,
çünkü dayanmaz yüreğim hiçbir ışığa.


(Seyirciler gülüşür)


Buraya neden getirildiğimi bilmiyorum
ama bulaşırsam kıyılara
varlığımdan toz olurum.
Kısacık izim kalır sadece
kısacık ömrüm gibi.

(Seyircileri selamlar
hafifçe damlayarak çıkar.
Işıklar söner.Demirci demirini döver.
Ruhlar uğuldar.)

Işık

Sen


-geceyi uyuyamayan bir kelebeğin ejderhalarla dansı/kanat çırpışı-

(koşarak)

söyleyin ne olur.

(seyircilere bakıp)
söyleyin nerde? o
Sesini duydum sanki
Ah! benim esmer yüreğim
onu bekliyordum dağların ardında,
yeni yollar keşfetmesini
zincirlerinden kurtulup,
beyaz bir atın üzerinde bana gelmesini
Ah! bütün aşklar adına
burada mıydı? O
kokusunu duyuyorum.
Sıkışıyor nefesim
biliyorum
o çok yakında.

(Işıklar çoğalır.Melekler hüzünlü bir ilahiye başlar.)


Ummadığım anda gelen Ey ölüm!

(Azrail çürümüş bedeniyle dolanırken başında)

Kapım çalmadan,
merhaba can demeden,
tutkularımdan söküp alma kalbimi.

Ah ellerim!
Ona dokunmadan mı ? gideceğim



onun karanlık yüzüne ışık
siz söyleyin Araf Halkı
kader mi bu,
yoksa korkunç bir yanılgı mı?
gördüklerim.


(Azrail birkaç defa döndükten sonra düşer gövdesi cesetlerin üzerine)


ve demircinin yüzü aydınlanır,
ateşle harlanır
daha sıkı döver demiri.

Susun ve dinleyin Ey Araf Halkı!

bu demir

kimine ölüm
kimine yaşam
kimine ızdırap
kimine akıl
kimine sabır
kimine neşe
kimine hüzün
kimine kibir
kimine zenginlik
kimine yoksulluk
kimine zehir
kimine bal


yani her vurduğumda demire
değişir birilerinin hayatı
kader de derler buna
alın yazısıda

ama dayanmadı yüreğim ,şu tatlı kıza
onun için dövüyorum demiri hızlıca .

(doğrulur yerinden
seyircilerde bir hüzün ağlamaklı
gelir iki melek cesetlerin üzerinden
alıp oturtur bir tabureye)

Işık

ben

-kelebeklerin baladı-

(koşarak)

Ah benim bir tanem!
yüzü güneşten daha aydınlık sevdiğim,
bak geldim işte,
tıpkı söylediğin gibi
vurdum kendimi yeni yollara
seni bulmak arzusuyla ,
Ah! Sevdiğim
ipek böceğim
yüreğim nasılda kaynıyor
buradayım yanındayım işte
gitmek mi
kalmak mı
onlar bir rüzgarın peşinde

Işıklar söner

ve ardından kınından çıkan gece savurur karanlığını

Herkes ayakta

Alkışlar

Kahkahalar

Tüm ışıklar yanar


Epizot 2

Birden bir telsiz boğar geceyi

-Alo 146 konuşuyor tamam.
-Dinlemedeyiz,tamam.
-Komiserim
-Biri kadın biri adam olmak üzere iki kişi bir inşaatın tepesinde
kalasların üstünde oturmuş,çikolatalı dondurma yiyorlar ne yapalım tamam.

-Saat kaç tamam.
-Gece yarısı komiserim,tamam
-Atın ikisini de hücreye,tamam




Mehmet Murat Küçükaydın

DÜŞ SAATİ

Düş saati geldi
Bu gece hüzün için
Birkaç damla
Kendine kuşandığı alsız karmaşa
Dilsiz akan nehir
Ah azalacağını bilmek gecenin
Bir taburenin üstünde büyümeye çalışmak
Isınmak yüreğini doladığın ipe
İşte bunların hepsi kadar renksiz
Bunların hepsi kadar ham
İşte kımıldamadan güne leylim küfür eden
Kelebekler vadisinde ev kurmuş bir adam
Kemiklerinden yapılma pencereleri
Işıldamıyor tabii
Kırmızı kiremitlerin altında kapısını süpürmüyor bir kadın
Ve bahçede çamurun içinde oynamıyor bir çocuk
Bu gece hüzün için
Birkaç damla
Ah azalacağını bilmek gecenin
İçinde kanatlanmış bir sürü arı
Yelkovanın ucunda peteklermiş
Çok uzak geldi aşk öyküleri dediğinde kelebekler
Yaşlı bir ağızdan cinli massallar duymak kadar
Korkuya dağıttığı titreyişleri
Birer toplu iğnesi kadar zehirli
Akrebi seziyor elleri
Biraz daha içeri

Gece birikti

Kendi sarkacında asıldı adam….

M.Murat Küçükaydın